Hayatı

Sinan, Osmanlı tarihinin en uygun zaman diliminde, imparatorluk gücünün ve sanatının en üst düzeyde olduğu bir dönemde, bütün bu birikimi mimarlık alanında tek isim olarak temsil edebilmiş bir mimardır. Sinan’ın Osmanlı topraklarına ve özellikle başkent İstanbul’a katkıları, daha sonra hiçbir mimara nasip olmayacak kadar fazladır (Günay 2010).

Türk kültür ve sanat tarihindeki yerinin büyüklüğüne karşın Mimar Sinan hakkında, ne yazık ki yeterli düzeyde aydınlatıcı bilgi yoktur.  Sinan’ın doğum tarihi hakkında bir kayıt olmadığı gibi, ölüm tarihi üzerine de, türbesindeki kitabeden başka bir belge bulunmamaktadır. Sinan ve ailesi hakkındaki bilgiler de çok azdır. Adına düzenlenen vakfiyeye göre, Sinan’ın eşi Mahmud kızı Mihri Hatun’dur. Yine bu belgeye göre Sinan’ın üç çocuğu olmuştur. Biri Sinan hayattayken şehit olan oğlu Mehmed, diğerleri de Neslihan ve Ümmühan adlarını taşıyan iki kızıdır. Hangi tarihte doğduğu bilinmemekle beraber, bugünkü Kayseri ili merkez kazasının Gesi nahiyesinin Ağırnas köyünde doğduğu biliniyor (Saatçi 2005).

Sinan, çocukluğunda  Ağırnas’tan (Kayseri) devşirme olarak yeniçeri ocağına alınmıştır. Yeniçeri Ocağı’nda yetiştirildiği kendi hatıralarında dile getiriliyor. Devşirme çocuklar kafileler halinde İstanbul’a varınca, bunların bir bölümü iç oğlan olarak saraya ayrılır, ötekiler taşra hizmetlerini yerine getirmek üzere bir iki altın karşılığında Türk çiftliklerine kiralanırdı. Fatih Sultan Mehmet’in başlattığı bu uygulamanın amacı, devşirme çocuklara Türkçe’yi, Türk gelenek ve göreneklerini. İslam’ın gereklerini öğretmektir. Taşra hizmeti genellikle üç yıl olmakla birlikte, devşirme oğlan yetiştirilinceye kadar sürer, sonra yoklama yapılır, sınavda başarılı olan çocuğun bu kez acemi ocağında askeri eğitim başlardı. Yeniçeri ocağında yer açılınca Divan-ı Hümayun’a bildirilir, boşalan yerlere padişah fermanı ile acemi oğlanlardan atama yapılır, acemi ocağında açılan yerler de taşra görevindeki devşirmelerden alınarak doldurulurdu (Kuran, 1986). Günümüzde Mimar Sinan adıyla anılan Sinan bin Abdülmennan, on yedi yıl yeniçeri olarak çalıştıktan sonra 1538 yılında baş mimarlığa atanmış  ve ölünceye kadar elli yıl kesintisiz bu makamda kalmıştır. Kanuni Sultan Süleyman, II.Selim  ve III. Murad’ın saltanat dönemlerinde hakim olan Osmanlı klasik mimari üslubu ile adı özdeşleşmiş olan Sinan, dünya yapı sanatının en büyük ustalarından biridir. Çağdaşları ona saygı ile “Koca Sinan” demişlerdir. Avrupa’dan esen Barok rüzgârları onun bıraktığı izleri dağıtıncaya kadar yüzlerce Osmanlı mimarı, gösterdiği yolda yürümüştür. Günümüzde, Mimar Sinan Türk kültürünün başlıca simgelerinden biri sayılmaktadır (Kuran 1987). Sinan’ın taşra hizmeti ile acemi oğlanlık dönemi 1512 ile 1521 yılları arasında olmak üzere en fazla dokuz yıl sürmüştür. Yavuz Sultan Selim’in saltanatına rastlayan bu yıllarda, İran ve Mısır seferleri, Çaldıran (1514), Merc-i Dabık (1516), Han Yunus (1516), Ridaniye (1517) meydan savaşları yer alır. Bu savaşlarda yeniçeri kaybı fazla olduğundan acemi oğlanların yeniçeri ocağına, taşra hizmetindeki devşirme çocukların da acemi ocağına geçişleri hızlanmış, bu arada Sinan da Kapıya çıkarak (1521) Belgrad Sefer-i Hümayununa yeniçeri unvanıyla katılmıştır. Belgrad seferinden sonra, Sinan sırası ile Rodos (1522), Mohaç (1526), Viyana(1529), Irakeyn(1534), Korfu ve Pulya (1537) ve Boğdan (1538) Seferi-i Hümayunlarına katılmış; Rodos ile Mohaç arasında atlı sekbanlığa atanmış; Mohaç’tan sonra yayabaşı, Viyana seferinde zemberekçibaşı  yapılmış; Irakeyn seferi dönüşünde de Hasekiliğe yükselmiştir (Sözen, 1975). Sinan’ın katıldığı askeri  seferler, bir yandan onun yeniçeri ocağı içerisinde ilerlemesini sağlarken, bir yandan da geleceğin mimarına çağının önemli kentlerini görme ve tanıma olanağını veriyordu. Sinan’ın sefer yolları üzerindeki mimari anıtları incelediğine  ve gördüklerini ileride yararlanmak amacıyla  değerlendirdiğine şüphe yoktur. Çünkü askerlik yaşamının son aşamasında onun Hassa baş mimarlığına atanması rastlantıya bağlanamaz. Sinan, mimarlığı  çok önceden aklına koymuş, acemi oğlanlık döneminden başlayarak kendini yapı sanatına hazırlamıştır. Askeri eğitimin yanı sıra acemi oğlanlardan bir bölümü tersane, mahzen, kapan, gibi tesislerde, bir bölümü İstanbul’a İzmit’ten odun, Mudanya’dan buz getiren gemilerde, bir bölümü Boğazın iki yakası arasında taşıyan kayıklarda, bir bölümü de Saray, Yeniçeri Ağası ve vezirlerce yaptırılan inşaatlarda çalıştırılmıştır. Sinan’ın daha çok yapı işlerinde görevlendirildiği tahmin edilmektedir. Acemi Ocağı’nda edindiği dülgerlik sanatı, giderek yapı ustalığına dönüşmüş, inşaat işlerinde çalışırken mimarlığı ustalardan görerek öğrenmiş, katıldığı seferlerde köprü, kale gibi askeri amaçlı tesislerin yapımında ve ele geçirilen kentlerdeki önemli anıtların onarımında çalışarak bilgi ve deneyimini artırmıştır (Anonymous 2011a). Devşirme çocuklar önceleri yalnız Rumeli’den toplanıyordu. Buna dayanarak kimi araştırmacılar Sinan’ın Arnavut, Sırp, Yunan veya Avusturya kökenli olabileceğini ortaya atmışlardır. Ancak 15. Yüzyıl ortalarından itibaren devşirme sisteminin Anadolu’ya uygulandığı biliniyor. Zaten kaynaklar da Sinan’ın Rumeli değil Anadolu kökenli olduğunu ortaya koymaktadır. Sinan’ın kökeninin Anadolu Ermenilerine dayandığı iddiasının da geçersiz olduğu anlaşılmıştır.  Çünkü 16.yüzyılın başlarından itibaren Ermenilerin devşirme dışında tutulduklarını ve Yeniçeri Ocağı’na alınmadıklarını kaynaklar bildiriyor. Uzun süre tartışmalara yol açmış olan Sinan’ın etnik kökeni hakkında yapılan kurcalamaların hiç kimseye fayda sağlamayacağını düşünmek yerinde olacaktır. Bu önemsiz ve gereksiz tartışma üzerinde en aklı başında yorumu, Ernest Kühnel yapmıştır. Kühnel’e göre “ Sinan’ın eserleri en küçük ayrıntılarına kadar o kadar Türk’tür ki, onun Arnavut mu Rum mu olduğu tartışması tamamıyla yersizdir” (Saatçi 2005). 1588‘de İstanbul’da vefat eden Mimar Sinan, Süleymaniye Camii‘nin yanında kendi yaptığı sade türbeye defnedilmiştir. Türbedeki dua penceresinde;

“Giçdi bu demde cihandan pir-i mimaran Sinan” yazmaktadır